İçeriğe geç

SULTAN II. ABDÜLHAMİD İN ŞEHZADELİĞİ VE CÜLUSU

Mart 21, 2009

A- ŞEHZADELİĞİ


Abdülhamid, Sultan Abdülmecid’in (1823-1861) dört şehzadesinden ikincisi olarak 21 Eylül 1842 tarihinde Tîr-i Müjgan Kadınefendi’nin 26 oğlu olarak Dünya’ya gelmiştir.
İftira, yalan ve tezvirâtta had-hudud tanımayan düşmanları, O’nun muhterem vâlidesi hakkında da mesnedsiz ve çirkin uydurmalarda bulunmuşlardır. 27

Böyle iddialar, Sultan II. Abdülhamid’in zamanında da dedikodu hâlinde duyulmuş 28 olmalıdır ki, yayınlanan Salnâmeler’de O’nun doğumu üzerine babası Abdülmecid’in Babıâli’ye gönderdiği hatt-ı hümâyûn her yıl tekrâren dercolunmuştur.
Çerkes asıllı olduğunda hiçbir tereddüt bulunmayan bu kadınefendinin, genç yaşta tutulduğu verem hastalığından kurtulamayarak Beylerbeyi Sarayı’nda 1853 yılında vefât etmesiyle Şehzâde Abdülhamid Efendi, 11 yaşında yetim kalmıştır.
Şehzâde Abdülhamid Efendi, annesi Beylerbeyi Sarayı’ndayken her gün O’nu ziyarete gidermiş. 29 Günün birinde O’nun vefâtı üzerine son derecede üzüntüye kapılan Şehzâde’yi Sultan Abdülmecid:
"-İçli evlâdım!.." diyerek sevip okşamış ve O’nu teselliye çalışmıştır.
Bir ay kadar sonra da bu yetim şehzâdeye analık etmesi için hiçbir evlâd doğurmamış bulunan Dördüncü Kadınefendi Perestû Hanım’a getirip:
"-Bak kadınım!.. Sana ne güzel bir evlâd getirdim! diyerek O’nu kendisine teslim etmiş. Oğluna da:
"-Bugünden sonra senin anan budur! Öp ananın elini evlâdım!.." demiştir.
Kocasından kendisine iyi bakması tavsiyesiyle teslim aldığı Şehzâde Abdülhamid’i bağrına basan Perestû Kadın, gerçekten Şehzâde’ye o kadar iyi bakmıştır ki, bilâhare Abdülhamid:
"-Annem ölmemiş olsaydı, O da bana ancak bu kadar bakabilirdi!.." demiştir.
Ayşe Osmanoğlu diyor ki:
"-Babam Sultan Aziz ile Sultan Murad’ın annelerinin devlet işlerine karışmalarının, devlet gibi hânedan için de aslâ hayırlı neticeler vermemiş olduğuna kaani bulunduğundan tahta çıkışının ertesi günü, analığının elini öperek:
"-Siz annesizliğimi bana bir gün bile hissettirmediniz. Nazarımda öz annemden bir farkınız yoktur. Ve mevkiiniz vâlide sultan mevkiidir. Sarayda da vâlide sultanlığın bütün hak ve selâhiyetlerine sahip olacaksınız. Fakat devlet işlerine müdahaleye kalkıp şunun-bunun himâyesini üzerinize almaktan ve rütbe ve memuriyet heveslilerine delâletten katiyen çekinmenizi bilhassa ricâ ederim." demiş.
Perestû Kadın da ölünceye kadar babamın bu arzu ve irâdesine riâyetkâr kalmıştır." 30
Perestû Kadınefendi, çerkeslerin Ubuh kabilesine mensup bir asilzâde kızıydı. Sarayda bazı câriyelerin isimlerini değiştirmek âdet olduğundan bu çerkes hanıma da Farsça’da "kırlangıç" mânâsına gelen "piristû" adı verilmiş, bu kelime, zamanla "Perestû" şeklini almıştır. Gâyet dindar, vaktini ekseriyâ ibâdetle geçiren ve son derecede ahlâklı olan bu kadın, Şehzâde Abdülhamid’i büyük bir itina ile bakıp büyütmüştür. Abdülhamid, O’nun gözetimi altında dindârâne bir hayat geçirmiş, ağabeyi Sultan Murad’la birlikte Gerdankıran Ömer Efendi’den Türkçe, "Acem Ali" denilmekle meşhur olan Ali Mahfî Efendi’den Farsça, Ferid ve Şerif Efendilerden Arapça ve ulûm-ı diniyye ve Gadret isimli bir fransızdan Fransızca dersleri alarak bilgisini bir hayli arttırmıştır.31 Vak’anüvis Lütfî Efendi’den de tarih okumuştur. O zamanın modası icabı olarak Guatelli ve Lombardi isimli iki italyandan mûsikî dersi almıştır ki, hayatı boyunca Batı müziğine rağbet etmesi bu iki hocanın tesiriyledir. Merhûm, Fransızca’yı gâyet iyi anlar, fakat mecbur kalmadıkça konuşmazdı.

ah_ya_vedud_sultan_abdulhamid_han_hattat

Merhûm Sultan II. Abdülhamid aynı zamanda iyi yetişmiş bir hattattı. Yukarıda şehzâdeliği zamanında yazmış olduğu bir hattı
görüyorsunuz!. ÂH YÂ VEDÛD!.
(Malum olduğu üzere "Vedûd" Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biridir.)

"Sultan Abdülhamid’in yazısı okunaklı ve düzgündür. İmlâ bilmediği şöyle dursun, mutavassıt bir hattat derecesinde yazdığı Arapça ve Farsça büyük levhalar vardır. Fransızca bildiğini ise, büyük bir Fransız edibinin şehâdeti ile kaydetmekle iktifâ ediyorum:
Müellif: Fransız akademisi âzasından Claude Farrére.

Eser: Souvenirs (1953 Paris tab’ı)
«Aşağıdaki fıkrada bahsi geçen Madam, Constans, Fransa sefiri Mösyö Constans’ın karışıdır; kocasından sonra İstanbul’a gelmiş olduğu için Zât-ı Şâhâne’ye ayrıca takdim edilmiştir.» (sh: 28)
Madam Constans’ın muvasalatında padişahı ziyaretle tazimatını arz etmesi teşrifât icabından olmak itibariyle, bu muhteşem resmi kabul münâsebetiyle öğretilmiş olduğunda, irad edeceği tâzimat nutkunun kelimesi kelimesine ezberletildiğinde ve huzurdan nasıl çıkacağının da uzun uzadıya tâlim edilmiş olduğunda hiç şüphe yoktur. Bilhassa çıkış meselesi çok nâzik bir mesele idi; çünkü geri geri giderek çıkmak ve bu hareket esnasında fasılalarla üç zarurî reverans yapmak mecburiyetinde idi. İşte bu geri hareketini yaparken bir basamaktan da inmek mecburiyetinde kalacağı kendisine söylenmemiş, sırf bir muziplik olmak üzere bu nokta ihmal edilmişti: Genç diplomatlara tabiî eğlence lâzımdı!..
Abdülhamid, Türkçe’den başka : hiçbir dil konuşmamayı ve yalnız namaz sûrelerini Arapça okumayı kaide ittihaz etmişti. Nihayet Madam Constans ezberindeki iki buçuk cümleyi îrad edip geri geri giderek huzurdan çıkarken üçüncü reveransını yapacağı sırada o hâin basamak tam arkasına gelip çattı.
İşte o zaman Sultan Hamid bir el işâretiyle kendisini durdurup fransızca konuşarak ve bilhassa en temiz Fransızca ile hitab ederek:
"-Prenez gadre, Madame! Vous allez vous flanquer par terre!.." Yani "Dikkat edin madam, yere yuvarlanacaksınız!…" dedi. "32

 

II. Abdülhamid merhumun el yazisi

Sultan  düzgün ve kusursuz olduğunu gösteren bir örnek: Kız kardeşi Mediha Sultan‘a gönderdiği, Baltalimanı Sarayı’nın kendisine tahsîs olunduğuna dâir mektubu

-Kadir Mısıroğlu Arşivi-

Garezkâr düşmanları, O’nun bilgi bakımından kifâyetsiz olduğunu iddia etmiş, buna delil olarak da yazılarının imlâ hataları ile dolu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Halbuki arşivi dolduran sayısız evrakta müşâhede olunan el yazıları, bütün bu iddiaların yersizliğini göstermektedir.

Merhûm, Selanik’te sürgünde iken yanında bulunan Fethi Bey (Okyar) şöyle demektedir:

"El yazısı rahat okunuyordu. İfâdesi açık, sarih, cümleleri uzun olmakla beraber, bağlantıları kolaylıkla yapılıyor, varmak istediği netice yorulmadan anlaşılıyordu.

Propaganda öyle bir silâhtır ki, az-çok herkesi tesiri altına alır. İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal bile O’nun sayısız el yazısını görmüş olduğu hâlde34 bunlardaki imlâ hatalarının (!) cehâletinden kaynaklandığını söylemek35 tâlihsizliğinden kurtulamamıştır.

Şehzâdeliğinde mûsikîden maâdâ şiir ve resimle de uğraşmış36, aynı zamanda hatta çalışmıştır. Hocası Lütfi Efendi‘nin hastalığı sebebiyle bir kıt’a yazıp göndermiştir ki, bu, O’nun şiir ve edebiyata alâka derecesini göstermeye kâfidir. Zira eskiler:

"-Eğer maksud eserse, mısra-ı berceste kâfidir!.." derlerdi.

Yani seviyeli bir mısra bile sahibinin şâir addedilmesine yeter. Bu kıt’a şudur:

"Haber-i inhiraf-ı tab-ı şerif,

"Oldu gâyet teesüre bâdî,

"Hak vire afiyetle ömr-i dirâz (uzun ömür),

"Bâkemâl-i meserret-i şâdî…"

Bu kıtanın kendisine âid olmadığı yolunda garezkâr düşmanları tarafından bir iddiâ ileri sürülmüşse de, kızı Ayşe Sultan, eserinde O’nun Farsça harekeli ve imzâlı bir diğer kıtasının fotoğrafını yayınlamış37, sonra da bunun aslını İsmail Hami Danişmend’e hediye etmiştir.

O’nun resme merakı hususunda, kızı Ayşe Osmanoğlu şunları söylemektedir:

"Eskiden şehzâdelerin mektep dâiresine resim hocaları da gelirmiş. Babam manzara ve çiçek resimlerinden hoşlanırmış. Biraz da portre yapmış. Annemle ilk evlendiği zaman O’nun karakalem bir resmini yapmış. Yazıhânesinde mahfuzmuş. Sonra ne olduğu belli değildir. Bir zamanlar XV. Lois üslubunda altı camlı dolaplar getirtmişti. Bu dolapların iç taraftaki arka tahtalarına yağlı boya ile güzel manzaralar yapmıştı. Önlerine de saray kuşhanesinde ölen nâdide kuşları doldurtup koymuştu. Bu kuşları uçuyorlarmış gibi ağaçlarla sanatkârâne bir şekilde yerleştirmişti. Bu dolaplar, Şale Köşkü’nün ikinci katındaki koridorda sıra ile duruyordu.

Sarayda güzel tablo koleksiyonları vardı. Bunları da babam toplamıştı.

abdulhamid_han 

Merhûm II. Abdülhamid‘in şehzâdelik resmi (Bu resim pek az farklı şekliyle 9 Eylül 1876 tarih ve 1750 sayılı L’illustration Dergisi’nde kapak yapılmıştır.)

hayat yaşadığı bilinen Şehzâde Abdülhamid için İbnü’l-Emin, inanılması zor bir beyânda bulunmaktadır. Abdülmecid hakkında:

"İşret ve sefâhet gibi iki belâ-yı azîme giriftar oldu. bu iki belânın doğurduğu ilel (illetler) ve eskâm (ağır hatalar), o kıymetli padişahı otuz dokuz yaşında taht-ı saltanattan hâk-i helâke attı." dedikten sonra, O’nun evlâtlarına:

"-Toplansınlar da işret etsinler!.." diye emirler gönderdiğini söylemektedir.

Sonra da bu emir gereği Abdülhamid’in işretli iken bir kaza geçirip içkiye tevbe ettiğini şöyle anlatmaktadır:

"Merhûm (Abdülhamid), uzun müddet Hâriciye Nâzırlığında bulundurduğu Tevfik Paşa’ya bir gün sohbet esnasında demiş39 ki:

"-Pederim, Murad Efendi’nin evinde toplansınlar da işret etsinler!.. " diye bize emir gönderdi. Bu emir üzerine Murad ve Reşad Efendilerle toplanır, kilercibaşının getirdiği takımlarla işret ederdik. Bazılarımız fenâ hâlde sarhoş olurdu. Bir akşam yine Murad Efendi’nin evinde içtik. Sarhoş oldum. Bizzat kullandığım arabaya bindim. Hayvanlar nasılsa ürkerek alabildiğine Beşiktaş’a doğru koşmağa başladı. Pek çok uğraştım, zabtedemedim. Yoldan geçenler, yardıma koştularsa da durduramadılar. Araba bir tarafa devrildi, ben de bir tarafa devrildim. Hasta oldum. Hastalığımı bir hafta pederden sakladılar. Ondan sonra işret etmedim. Fıçıya deniz suyu koydurarak banyo ederdim. Bu sûretle kesb-i âfiyet ettim. O vakitten beri yaz-kış, sabahları eskiden kalma pek sâdık bir kalfamız vardır. Başımdan aşağı iki kova soğuk su döker. Şimdi kulaklarım lâyıkıyla işitmiyor. Arabadan

düşerek hastalandığımın neticesinden midir, yoksa sinnin (yaşın) muktezâsı mıdır, bilmiyorum."40

Şehzâde Abdülhamid’in asıl ikametgâhı, -diğer bir çok şehzâdeler gibi- Dolmabahçe Sarayı’nın veliahd dâiresi olmakla beraber O, kardeşleri gibi bu sarayın dört duvarı arasında vakit geçirmeyip hâriçte gâyet faal bir hayat sürmüştür. Tarabya üstündeki Maslak Köşkü, etrafındaki çiftlikle birlikte Sultan Abdülaziz tarafından kendisine tahsis edilmişti. Aynı zamanda Kâğıthâne’de de "Musluoğlu Köşkü" denilmekle mâruf olan bir köşkü ve çiftliği vardı. Gerek babası Abdülmecid zamanında ve gerekse Sultan Abdülaziz devrinde O, ekseriyetle bu çiftliklerde vakit geçirmiş, hayvancılık ziraat işleri ve at yetiştirmekle meşgul olmuştur. Babası gibi Sultan Abdülaziz merhumun da sevgi ve müsamahasına nâil olarak bu serbest hayatını tahta geçene kadar devam ettirmiştir. Ziraat işleri yanında madencilikle meşgul olduğu ve Üstüpeç çıkarıp sattığı bilinmektedir.41

Sahip olduğu bu iki köşk ve çiftlikten başka saray dışında vakit geçirdiği iki yer daha vardı: Bunlardan birisi analığının Maçka’daki köşküydü ki, bunu sonradan Meclis-i Mebusân Reisi Ahmed Rıza Bey’e tahsis etmiştir.42 Şimdi mektep olan bu binadan başka bir de hemşiresi Cemile Sultan’ın sarayında ikamet ederdi. Buralarda pek çok insan tanımış ve bu tanıdıklarının çoğunu tahta geçtikten sonra çeşitli mevkilere getirmiştir ki, bilâhare bir çok kereler sadrazam olmuş bulunan O’nun ilk Mâbeyn Başkâtibi, sonra bir çok kereler sadrazamı olan Said Paşa da, analığının Maçka’daki evinde tanıdığı kimselerden biriydi.43 Amcası Abdülaziz merhumla birlikte Mısır ve Avrupa seyahatlerine gitmiş, bu seyahatler de O’na zengin bir müşâhede ve tecrübe imkânı sağlamıştır.

Şehzâde Abdülhamid Efendi, kardeşleri arasında en çok Murad Efendi’yi sever ve O’nu sık sık ziyârete giderdi. Murad Efendi ise, başta Nâmık Kemal ve Ziya Paşa olmak üzere devrin bir çok ilim ve fikir adamını, Kurbağalıdere’deki köşkünde etrafına toplamıştı. Şehzâde Abdülhamid Efendi, bu mekânda sonradan "ahrar"dan44 unvanıyla anılacak olan bu bozuk kafalı adamları iyice tanımış ve iktidarı zamanında buradaki müşâhedelerinden pek çok istifade etmiştir.

Şehzâde Murad Efendi’yi, bu adamların israf ve içki batağına sürüklemesinden dehşetli bir sûrette müteessir olan Abdülhamid Efendi, tahta geçtikten sonra O’nun etrafındaki kimselere itibar etmemiştir.

Diğer şehzâdeler hânedan maaşıyla geçinemezken, O, iktisada riâyet ve hâriçte ziraat ve maden işleriyle meşgul olmaktan dolayı para biriktirir ve zaman zaman ağabeysi Murad Efendi’ye bile yardımda bulunurdu. Hatta bu sâyede cülûs merâsiminin altmış bin lira tutarındaki masrafını şahsî parasıyla karşılamıştır.45 Ermeni asıllı Zarîfî Efendi46 vâsıtasıyla parasını nemâlandırır ve borsada oynayarak servetini çoğaltırdı. Tahta çıktığında yüz bin altını vardı.47

Anneliği Perestû Kadınefendi’nin Maçka’daki evinde ve ağabeyi Murad Efendi’nin Kurbağalıdere’deki köşkünde tanıdığı insanları husûsî bir dikkatle tahkik

ederdi. Onların ahlâkları, servetleri ve düşüncelerine vâkıf olmak için husûsî bir gayret sarf ederdi ki, bu durum, kendisine daha tahta geçmeden önce işlerin ledünniyâtına (perde arkasına) vâkıf olmak imkânını sağlamıştır.48

Şehzâde Abdülhamid Efendi, bu şehzâdelik döneminde yalnız böyle kalburüstü memleket münevverlerini ve siyâsî şahsiyetleri tanımakla kalmamış, ecnebîlerden de dostlar edinmişti ki, onlardan biri Maslak Köşkü’nden komşusu olan İngiliz asıllı Mr. Tomson idi.49 İleride görüleceği üzere, tahta geçme sırasında bu Mr. Tomson ile İngiliz Büyükelçiliği nezdinde teşebbüste bulunmuştur.

Hülâsâ olarak söylemek gerekirse, Şehzâde Abdülhamid Efendi, tahta geçmeden önce gâyet serbest bir hayat sürmüş, memleket münevverleri ile temasta bulunmuş, borsa ve ziraat işleriyle meşgul olarak servet sahibi olmuş ve gâyet dindarâne bir hayat geçirmiştir.

26 Ayşe Osmanoğlu, Tîr-i Müjgan Kadınefendi hakkında şu bilgiyi vermektedir:
"Büyükannem Tir-i Müjgan Kadınefendi, iki şehzade ve bir sultan anası olmuştur, İlk evlâdı Nâime Sultan olup 1843 Mart’ında iki buçuk yaşındayken çiçek hastalığından ölmüştür. İkinci evlâdı babamdır. Üçüncüsü de şehzade Mehmed Âbid Efendi olup 1848 Mayıs’ında aşağı yukarı bir aylıkken ölmüştür. Babam, kızkardeşimiz Nâime Sultanla biraderimiz Mehmed Âbid Efendi’ye bu kardeşlerinin adını vermiştir.
Tîr-i Müjgan Kadınefendi, sarayın eski kalfaları arasında inceliği, nezâket ve güzelliği ile meşhurdu. Kendisini bilenler, yeşil elâ gözlü, açık kumral ve gayet uzun saçlı, beyaz, şeffaf tenli, nahif endamlı, ince belli, eli-ayağı çok güzel bir kadın olduğunu söylerler. Şapsıh kabilesinden olduğunu, sarayda memleketlisi olan eski çerkes kalfaları anlatırlardı. Babam da Şapsıh kızlarına:
"-Bizim validenin soyu!.." derdi
Zavallı büyükannemiz, genç yaşında verem olarak eski Beylerbeyi Sarayı’nda hava tebdilindeyken ölmüştü." (Ayşe Osmanoğlu-Babam Abdülhamid, İstanbul, 1960, sh: 11-12)

27 "Sultan Abdülhamid’in Evâil-i Saltanatı" ismiyle Ahmed Sâib tarafından yazılan (Kahire, 1326) iftiralarla dolu eserde Sultan II. Abdülhamid’in anasının Çandır isimli bir câriye olduğu iddia edilmektedir ki, bu aslâ doğru değildir, (bkz: a.g.e., sh: 4)
İbnü’l-Emin, eserin yazarını, bu kabil hezeyanlarından dolayı vaktiyle ayıplamış bulunduğunu zikretmektedir, (bkz: İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal-Son Sadrazamlar, sh: 1276)
Ayşe Osmanoğlu, Ahmed Sâib Bey’in vaktiyle Rus ordusunda subaylık etmiş olan bir çerkes olduğunu, bu geçmişinden dolayı Sultan II. Abdülhamid merhumdan yüz bulamadığım ve bu sebeple zikri geçen garezkâr eseri kaleme aldığını söylemektedir, (bkz: Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 12’de ye alan dipnot)
Aynı şekilde J. Dorys’in "Abdülhamid in Time" ismindeki garazkâr eserinde de, Sultan II. Abdülhamid’in ihtidâ etmiş bir ermeni kadınından doğmuş bulunduğu yolunda bir safsata ileri sürülmüştür. Bu eser, Yüzbaşı Âdil adında bir nâmerd tarafından tercüme olunarak 1325’te Kastamonu Matbaası’nda "Kızıl Sultan yahud Heykel-i İstibdâd" adıyla yayınlanmıştır.
İstanbul Ansiklopedisi’nde ise, merhumun anasının "Gülnihal Kadın" gösterilmesi de gerçek değildir.

28 Bu çirkin iddiaya Ayşe Osmanoğlu şu cevabı vermektedir: "Büyükbabamın (Abdülmecid’in) bütün haremleri çerkesdir. Saraya rum ve ermeni cinsinden bir kadının girdiği ne görülmüş, ne de işitilmiştir." (Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 12)

29 Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 18.

30 Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 13.

31 "Sultan Hamid, şehzâdeliği zamanında her ne kadar Etem ve Saffet Paşalardan Fransızca ders almış idiyse de bu husustaki kudreti pek mahdut olduğundan ve başka hânedânlardaki prensler gibi ecnebî mürebbîler mârifetiyle tekellüme alışmadığından fransızca konuşması yoktu; yalnız sefirlerle muhâverelerinde bazı kelimelere son derece dikkat ettiğinden bunlardan herhangi birisi tercüme esnasında unutulacak olur yahut sefirin bir tâbiri yanlış tercüme edilirse derhal tercüman paşanın dikkatini celbeder ve tashih ettirirdi." (Tahsin Paşa- a.g.e., sh. 16-17)
"Said Paşa nakletmişti:
"Almanya İmparatoru İkinci Wilhelm, ilk defa İstanbul’a geldiği esnada sarayda bir salonda otururken duvarda asılı bulunan büyük bir yazı levhasına dikkatle bakarak bunun ne ile yazıldığını sordu. Orada bulunanlar, kamışın fransızcasını bulup söyleyemediler, ben de söyleyemedim. Padişah söyledi." (Îbnü’l-Emin- a.g.e., sh. 1294)

32 M. Raif Oğan- Sultan Abdülhamid II ve Bugünkü Muârızları, İstanbul, 1956, sh: 37-38.

33 Fethi Okyar-Üç Devirde Bir Adam, İstanbul, 1980, sh: 65.

34 "…Merhûmun yüzlerce sandık evrakını tedkik ile…" (İbnü’l-Emin, a.g.e., sh. 1279)

35 "Ali Said Paşa’dan işittim. Hakan-ı merhum, bir gün bir münâsebetle demiş ki:

"-Napolyon Bonapart bilintizam (kasten) yanlış yazarmış. Yanında bulunanlar: "-Sir (sire) yanlış yazdınız!.." diye ihtar edermiş." Paşa dedi ki:

"-Padişahın sözleri gayet muntazam idi. Söyleyip yazdırdığı yazılar da düzgün idi. Kendi yazdıkça imlâda hata ederdi. Acaba Bonapart’ı mı taklid ederdi? Ötekinin yanlış yazmakta bir entrikası olduğu gibi berikinin de bir maksadı olsa gerek!.."

"-Ben Said Paşa gibi her şeyden şüphe eden, müvesvislerden olmadığım için Padişahın yanlış yazması bir maksaddan değil, cehâletten münbais olduğuna kaaniyim." (İbnü’l-Emin, a.g.e., sh. 1293)

36 "… Tahsili ibtidâî idi. Yıldız evrâkı içinde —bir resmî kabul münâsebetiyle vükelâya hitâben îrad olunmak için yazılmış- Türkçe bir nutuk görmüştüm ki, Arabî ibâre gibi harekelenmişti. Bu, okumaktaki kudretinin derecesini gösterir. Yazısı da düzgün değildi. Meşk gibi önüne koyup taklid ettiği yazılan binnisbe iyice yazardı. İmlâsı da pek bozuk idi." (Bkz: İbnü’l-Emin- a.g.e., sh. 1293)

"…Mâhud «Kızıl Sultan» isimli kitapta:

«… ve Yıldız’da yapılan köşklerden bahsedilirken de «kendi eliyle çizdiği bir plân, mimarların nazar-ı hayretini celb etmiştir.» deniliyor!.." (Bkz: İbnü’l-Emin, a.g.e., sh. 1294-1295)

37 Bkz: Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 208; İsmail Hâmi Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c: IV, sh: 286.

38 Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 26.

39 İbnü’l-Emin, bu anlattıklarını şu not ile de teyid etmektedir: "Tevfik Paşa fıkrayı bana birkaç kere nakletmişti. Bir defasında

Padişah bu keyfiyeti anlatırken: "-Sadrazam Said Paşa da hazır idi." demişti. (İbnü’l-Emin- a.g.e., sh. 1265)

40 İbnü’l-Emin-a.y.

Merhumun şehzâdeliğinde böyle bir kaza geçirdiğine kızı Ayşe Osmanoğlu da temas etmektedir. (Bkz: Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 31.)

41 Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh. 27.

42 Ayşe Osmanoğlu- a.g.e., sh: 15.

43 "Hatta ilk kâtibi olan Said Paşa’yı da en önce Cemile Sultan’ın zevci Mahmud Celâleddin Paşa delâletiyle tanımış, Said Paşa’nın zekâ ve iktidarını Mahmud Celâleddin Paşa’dan dinlemiş, Said Paşa’yı o sayede sık sık görerek beğenmişti." (Tahsin Paşa’nın Hatıratı, İstanbul, 1931, sh: 10)

44 Lügat manâsıyla "hürler" demek olan bu kelime, sonradan gûyâ Sultan II. Abdülhamid istibdâdına (!) başkaldırıp Batı’ya kaçan insanlar hakkında takdir makamında kullanılmış ve siyasî edebiyata girmiş bir kelimedir.

45 Tahsin Paşa – a.g.e., sh. 11.

46 Bkz: Tahsin Paşa- a.g.e., sh. 11.

47 Bkz: İ. Hami Danişmend- a.g.e., sh. 287.

No comments yet

Yorum bırakın